İçeriğe geç

Peyami Gürel’in Resimleri Hilmi Yavuz

    Peyami Gürel’in Resimleri / Hilmi Yavuz

    – – –

    Claude Lévi-Strauss, Georges Charbonnier ile yaptığı o gerçekten unutulmaz söyleşilerinden birinde, sanat yapıtının konumunu, dil ile doğa arasında bir ‘ara konum’ olarak temellendirir. Bu temellendirme, elbette sanatın semiyolojik alanını belirlemek amacına yöneliktir. Ama, pekala tarih alanına da taşınabilir bir konumlandırmadır bu: Ve galiba, Peyami Gürel, işte tastamam bunu yapıyor: Resmi, Doğa’nın Tarihi ile Kültür’ün tarihinden ayrıldığı değil, tam tersine birbiriyle örtüştüğü bir imgesel alanda konumlandırıyor.
    Peyami Gürel’in, Cemal Reşit Rey Konser Salonu girişinde açtığı resim sergisinin üzerinden bir hayli zaman geçti. Biliyorum. Ama gene de onun resimleri üzerinde düşündüklerimi, ya da onun resimlerinin bana düşündürttükleri üzerine yazmaktan alamadım kendimi. Hemen belirtmem gerekebilir belki: Ben Türk resminin ‘ sahih’ bir resim geleneği inşa edebilmesinin, tıpkı şiirde olduğu gibi; ancak zihinsel ya da entellektüel tarihimizin dayattığı yani bize hem Doğulu hem de Batılı olmayı dayatan problematikten yola çıkıldığında mümkün olacağı kanısındayım. Türk resminde bu sahihliği şimdilik sadece rahmetli Erol Akyavaş’ın, Peyami Gürel’in ve bir ölçüde de Balkan Naci İslimyeli’nin temsil ettiğini söylemek, bana göre elbet, yanlış olmayacaktır.

    Resmin Doğa Tarihi ile Kültür ya da Uygarlık Tarihi’nin birbirinden ayrıldığı ya da koptuğu alanda değil de, tam tersine, örtüştüğü imgesel alanda konumlandırmak! Galiba, önce, bu oldukça soyut ifadenin biraz daha açımlanması gerek. Entellektüel Tarih, bize doğa ile kültürün, belki teknoloji ( alet üretmek için alet kullanmak ) veya belki, dil ( iletişim dili değil elbet, burada imgesel dili kastediyoruz ) ile birbirinden ayrıldığını gösteriyor. Yollar, insanın biyolojik varlığı ile doğanın içinde yer almaya devam edişi saklı kalmak koşuluyla, bir daha buluşmamak üzere ayrılmış görünüyor. Doğrudur; doğa ile kültürün yolları ayrılmıştır. Ama sanat, gerçeklikteki bu yol ayrımını, imgesel ya da tahayyül düzlemin de ortadan kaldırma iktidarındadır. Peyami Gürel’in yapmaya çalıştığının da bu ‘ortadan kaldırma’ olduğunu düşünüyorum: Tarihte farklılaşmış veya ayrılmış olanı, sanatta bir araya getirme! doğa ile kültürü birleştirme ve elbette aşma! Buna, gerçek olan ile imgesel olanın birbirinden farklılaşmadığı, deyiş yerindeyse, bir ilksel (primordial) dil arayışı da diyebiliriz…

    Şunu da eklemeliyim: Bu, Gianni Vattimo’nun ‘Modernliğin Sonu’ adını taşıyan çalışmasında dile getirdiği türden bir estetiği göstermiyor; ama belki, gösteriyor da! Vattimo, ‘medeniyet ve kültürün kaynağının estetik olduğunu’ düşünen Gianbattista Vico ve bir anlamda onun izini süren romantiklerin, estetiğe verdikleri merkezi konuma dikkati çeker. Peyami Gürel’in resme bakışı kültürü ve uygarlığı bu anlamda ‘estetize’ etmek midir? Pek sanmıyorum. Bana sorarsanız, o, daha aşkın ( transcendent ) bir resimsel söylenebilir: Doğanın kendinde olan yazısı ile ( ki, ben buna ‘ham yazı’ diyorum ), Kültürün okunabilir yazısını ( buna da, ‘işlenmiş yazı’ diyorum ) aşkınlaştırarak, deyiş yerindeyse, bir ‘öte yazı’ya dönüştürmek! Peyami Gürel, bizi bu ‘öte yazı’yı’ okumaya çağırıyor.

    Nedir bu ‘öte yazı’ ? Ham yazı’yı da ( doğa ), işlenmiş yazı’yı da ( kültür ) öteleyen ? Peyami Gürel bu ‘öte yazı’ okumalarının referanslarını vermiyor. Ham yazı ile işlenmiş yazı arasındaki ayrımları silikleştirerek, ‘öte yazı’ imasında bulunuyor sadece, o kadar! Ama, bu imkanın neye atıfta bulunduğunu, onun yaptığı bu silikleştirmeye ya da ‘ ortadan kaldırma’ya’ bakarak keşfedebiliriz. Burada, ‘keşif’ sözünü kullanmam boşuna değil! Çünkü ‘öte yazı’nın aşkınlığı, bu maksatlı silikleştirmenin neyi imlediği keşfedilerek kavranabilir ancak…

    Evet, şimdi yeniden soralım: Nedir Peyami Gürel’in aşkınlaştırdığı bu ‘Öte yazı’ ? Levh-i Mahfuz’un yazısı mı ? O ilksel ve yüce buyruğun, ‘ oku’ ( ‘İkra! ) buyruğunun nesnesi olan yazı mı ? Peyami Gürel, doğayı ve kültürü aşan o gizemli yazıyı, Nietzsche gibi söylersek, bizi şeylerin gizli yüreğine, var olanların anasına taşıyacak biricik yazıyı ( yazı yoksa ne ‘oku’nabilir ki ? ) keşfetmeye çağırıyor: Okuma’ya ve keşfetme’ye! Aslında bu ikisi aynı şey değil mi ?

    Uruc

    Peyami Gürel’in resimleri yazının söze olan önceliğini gösteren allegorik bir yükselişin (aşma’nın, yoksa ‘uruc’un mu demeliydim ?) hendesesidir; ana-bir olanın hendesesi…