Sanat Üzerine
– –
– Yazgı Dergisi: Peyami Bey, biz sizin ressam olarak yaptığınız çalışmalarınızı önemsiyoruz. Önemli bir sentez çalışması yaptığınızı düşünüyoruz. Resim sanatıyla ebruyu-hattı-minyatürü birleştirerek yepyeni bir tasarımla sunuyorsunuz; klasik formları modern bir tarza dönüştürüyorsunuz; Doğu-Batı-İslam uygarlıklarının izleri var eserlerinizde. Bu aşamaya ya da seviyeye nasıl geldiğinizi öğrenmek istiyoruz. Bu sonucu, bu sentezi, bu yeniliği doğuran şeyler neydi?
Peyami Gürel: Ben resim yapıyorum, resim yapacağım, ama önemli olan bir fark üretmek, ortaya bir fark koymak. Bunu ortaya koyabilmek için size ait, size özel bir şeyler olması lazım zihninizde, beyninizde, gönlünüzde. O da tabii uzun bir süreç. Ben gözümü şunlara diktim: Bir halının üzerinde oturuyorsunuz. Ne var bu halıda?.. Sandık var, miras var, birikim var; bu havzada, bu iklimde, bu memlekette. Ne var ne yok, bir karıştırayım, dedim.
Bu karıştırma sadece teknik olarak, bakalım ne malzeme var anlamında bir karıştırma. Duyuş olarak, hissediş olarak ve kavrayış olarak neler var. Çünkü sanat bir takım malzemeleri yahut formları bir araya getirmekten ibaret bir iş değil. Ona siz bir söz katıyorsunuz. O da bir şey söylemeye başlıyor artık. O halde bir kere ne söylendiğine ve söylenenler hayata ne aksettirmiş, onlara bakayım, anlamaya çalışayım dedim. Beni klasik sanatlar diye tabir edebileceğimiz alana, yönelten saik bu oldu. Şu ana kadar ne ifade edildiğini ve bu ifade edilenlerin ne şekilde formlara yansıdığını anlamak istedim. Ve ebru, minyatür, hat vs. bütün bu sanatları karıştırmaya başladım.
Orada önce bir çizgi var. Bu karıştırma ve kurcalama işi, içerdikleri anlamları ile bir karıştırma ve kurcalama. Tek başına bir form değil. Bugün batıda da bizde de bir sürü sanatçıda -hangi kültüre ait olduğu önemli değil- değişik malzemeleri bir araya getirerek ortaya yeni bir eser koyma, yeni bir soluk verme, yeni bir görüntü yapma iddiası var. Fakat bu insanlar şunu unutuyorlar: Bu biçimlerin hangi anlamlan yüklenmiş oldukları, neyin sembolleri olduklarını çok fazla bilmiyorlar.
Önemsiyorlar belki ama onlara nüfuz etmeleri çok zor gözükmüş ve bundan kaçınmışlar. Eğer bu alanlara giriyorsan, bazı anlamları da yaşayabilmeyi göze almak zorundasın. Bunu göze almasanız o anlamı kavramanız mümkün değil. O halde çilesini çekmek zorundasınız. Bu süreç yeni bir dile yeni bir söyleme yol açacak olgunluğa doğru Peyami Gürel’i götürmeye başladı.
Tasarladıklarımı gerçekleştirebilmek için önce yakınımdan başlayarak gayret gösterdim. Coğrafi havzamla halleştim. Bu havzada bir şeyler üretecek bir insan olduğum için burayla hemhal olmayı tercih ettim. Onlarda ne var diye baktım. (Ama gözümü Çin’den de hiyerogliften de ayırmadım.) Zihnimi belli bir kurgu ve saplantıya sokmadan havzalarımla hemhal olmaya çalıştım. Duygulandım, neşelendim, falan filan.. ve bu kavrama-anlama zaten beni otomotikman oraya doğru götürdü.
Tabii sağduyu da çok önemli. Ürünlerimi, eserlerimi farklılaştıran, onlara farklı bir atmosferin hakim olmasını sağlayan şey, biraz da benim sağduyum oldu. Sizin dil üretiminiz, söz üretiminiz (resim için de aynı kelimeyi kullanayım, sözdür o da) kendiliğinden tabii olarak pişmiş ve olgunlaşmış bir söz üretimi olarak çıkmaya başlıyor. Bir sanatçının isteyebileceği en güzel şey, o zaten. Şayet siz bu kıvama getirildiyseniz eserleriniz de birilerinin dikkatini çekecek hale geliyor.
Yazgı: Ebru sanatının veya klasik sanatların bu süreçte size yardımcı olduğunu söyleyebilir miyiz…
Peyami Bey: Her şey yardımcı. Sadece ebru eksenli bir şey değil. İşte Hat. Hattın grafiksel ve ölçülü bir sistematiği var. Bu grafik değer anlayışı ve ölçülülük sizde birtakım yönlerinizi farklı şekilde disiplinize ediyor. Tezhipte yine ölçü ve matematik var; kendini hiçbir zaman merkeze, eksene koymayan bir sanat dalı. Tezhip kenarda duruyor hep. Bir dilin merkezdekiyle bütünleşmesini sağlama… Ana hedefi bu. Ebru da başka bir görüş. Ebru, sizden dışarıya doğru çıkan alanla size elverişli sonuçlar sunan alanı öğretiyor. Yapısında da böyle bir şey var. Bunların hepsi de çok fonksiyonel. İş görüyor yani.
Yazgı: İnsana estetiğin, sanatın, bir ölçüde de ilhamın geliş yolları var. Doğadan bu ilhamlar bize gelebiliyor. Bir yapraktan bir güneşin doğuşundan filan. Belki de şöyle anlamlandırabiliriz: Direkt gelenler var, doğadan. Doğanın apaçık bir dili var. Bir de, bir sanat eseriyle, bir resimle, bir hatla, bir ebruyla, yani dolaylı olarak gelen var. Sanatta bir şey var insan eline girmiş. İnsan elinden çıkmış. İnsanın birikimi, edimi, çalışması, gayreti giriyor, kültürü giriyor. Dolaylı olan da sonuçta bir duygulanma meydana getiriyor. Hatta bazan çarpıyor.
Peyami Gürel: Anlatmada bir sakınca yok. Orada şuuruna erdim ben zaten… Karadeniz dağlarına çıkmıştık arkadaşlarla, ben de ressamım ya. Dedim ki kendi kendime; sabah vakti, erkenden çıkayım, bir çalışma yapayım, gözlem yapayım. Gün doğmadan bir yer tesbit etttim kendime dağ, vadi iç içe. Fotoğraf çekeyim dedim biraz. Gittim, oturdum, bekliyorum. Durum her saniye değişiyor. Işık oldu. Gölge oldu. Gri oldu, Yeşil oldu. Başka bir yeşil oldu. Her an değişiyor. Ne çekeceğim ben şimdi, ne yapacağım, hangi kareye yetişeceğim. Bıraktım makineyi elimden, seyretmeye başladım. Bana şunlar söyleniyor gibi geldi: Hadi bakalım kim sanatkar, kim ressam! Sanatçısın ya, şimdi seyret beni. Akıllara durgunluk verecek sahneler. Orada insan şunu anlar; senin elinden değerli şeyler yaptırılıyorsa o zaman kıymetlisin kardeşim.
Yaptığımız işlerin, ürettiklerimizin merkezde olması ve bir süre sonra da onu olduğu yerlerden daha özel yerlere taşıma eğilimi hepimizde var. Ama şunu çok iyi öğrendim; tek bir merkez var. Ve nisbetle dahi bir başka şeyin merkeziliği duygusuna kapılmak çok anlamsız. Çünkü O hep diyor ki “Tek merkez var, o da benim.” Gerisi laf. Şimdi bunu hissettiysen ve anladıysan bakıyorsun ki nisbetin de nisbeti var. Bakıyorsun biz güneşin etrafında, güneş galaksinin içinde dönüyor.
Galaksiler gruplar yapmışlar, birbirlerinin etrafında dönüyorlar… Kim kimin etrafında dönüyor, kardeşim, kim kimin merkezinde duruyor. Buradan bakışa nispetle diyorsun ki güneş merkezde, ve biz de onun etrafında dönüyoruz. İyi de o da bir şeyin etrafında dönüyor. Dedim ki, dur bir dakika, her şey birbirinin etrafında dönüyor. O halde bir tek O var zaten. Bu onun alametlerinden ki söylüyor insana: Bak! Boşuna debelenip durma ey ademoğlu! Hepsi birbiriyle içice, hepsi alışveriş içirişinde bütün bunların üzerinde bir tek ben varım, gözünü bana çevir. Her şey ona götürüyor.
Yazgı: Sizi besleyen başka gıdalar, yöreler, kişilerden söz açsak…
Peyami Bey: Bu konuda açıkçası çok fakirim arkadaşlar. Resimlerinden ve eserlerinden hoşlandığım, beni heyecanlandıran sanatçılar oldu. Hâlâ da onların eserlerinden ve resimlerinden hoşlanırım. Yani resim açısından, plastik sanat açısından konuşuyorum. Ancak şunun tekniğinde, üslubunda bir şey yapsam diyebildiğim birisi olmadı. Yani almak için gayret sarf ettin mi? Zaten bu da gayretle olmaz. Öyle bir şey olmadı. Van Gogh’u, Picasso’yu hasbelkader severim. Da Vinci’yi çok severim.
Yazgı: Üretim aynı olsaydı zaten biraz önce söylediğiniz farklılık oluşmazdı.
Peyami Bey: Tabii. Benim de çok hoşuma giden ressamların, dili ve üslubuyla eser yapmıyorum. Benden gelmiyor öyle bir şey. Van Gogh’unki gibi fırça darbesi kullanayım; empresyonist filan olayım diye bir istek bende zuhur etmedi. Daha doğrusu şöyle, onu da bir yere bağlayayım. Eserlerin kendisinden ziyade eserlerin arkasındakinden etkilendim. Bir Van Gogh’un heyecanı çok yüksek… Van Gogh yüksek voltaja maruz kalmış birisidir. Farkında olmuş, olmamış, Allah bilir.
Orasını bilmem. Leonardo da Vinci’de “cem” sıfatı tezahür etmiştir. Mesela, bu husus beni etkiliyor. Ama aynısını yapayım diye bir istek bana gelmedi. Niçin gelmedi bana böyle bir istek? Çünkü bildim ki ben, o maruz kaldığı şey ona tahsis edilen, bir şeydir; bana tahsis edilen değil. Leonardo da Vinci, onun maruz kaldığı ve ona tahsis edileni yaptı ve güzel yaptı, onun eserine özenmedim, böyle istek de gelmedi içimden. Yani şunu bildim ki dolayısıyla, ey Peyami, sana da tahsis edilen var, sende de bir murad var, herkes gibi sen ona bak.
Yazgı: Bazan bir tabloya ya da bir karikatüre bakıyoruz da bakanların hepsi ayrı anlam çıkarıyor. Bu sanatkarın gücünden mi kaynaklanıyor?
Peyami Bey: Eğer eserde kişinin kendini okumaya çalışırsan bir şey çıkartamazsın. Eğer o resimde o kişidekileri okumaya çalışırsan bir şey çıkartırsın. Aradaki fark o. Anlatmaya yönelmişsen o zaman okursun. Ama onu okumaya çalışırsan o sırlıdır. Kimse kimseyi okuyamaz. İnsanlar kendi eşiyle kırk yıldır evli ama hâla tam anlamıyla birbirini daha tanıyamamış oluyor.
Yazgı: İslam sanatları noktasında olsun özellikle günümüzde klasik çizgide ısrarla kalmaya devam edenler var. Bir de sizin gibi farklı stiller farklı tezler, arayışlar içinde olanlar var. Klasik, geleneksel kalmakta ısrar edenlerden bazıları en ufak bir arayışa tahammül edemiyorlar. Sapma olarak, özden değişme, taviz olarak kabul ediyorlar, çok daha ağır ithamlarda bulunabiliyorlar?!
Peyami Bey: Burada anlaşılmayan mesele şudur. Mesele ne bir şeyi muhafaza etmektir ne de değiştirmeye çalışmaktır. Eğer muhafaza etmeye çalışanlar sadece bir varlığı, bir nesneyi ya da bir sanat dalını, kurallarını muhafaza etmeye çalışıyorlarsa hadlerini aşıyorlar demektir. Biz bir şeyleri yenileyelim, farklılaştıralım ve adapte edelim gayreti gösteriyorsak haddi aşıyoruz demektir. Unutmayın muhafaza eden de değiştiren de O’dur. Muhafaza edenin ve değiştirenin sizde murat ettiğine uygun şekilde davranma şuuruna ermektir önemli olan. Allah’a muhafazakarlık ithamı mı yapıyorsun?! Bak, saniye saniye kainatı değiştiriyor.
Yani yaratıcılığına, halikliğine aykırı durağanlık. Cedid Allah, Yenileyici… Dünyayı saniye saniye değiştiriyor. Sonsuz adet senaryo yazar ve yaratır. O öyle bir Allah. Sürekli var, sürekli yaratıyor, sürekli değiştiriyor. Kim neyi muhafaza edecek, kimin haddine. Muhafaza edecek olduğunda kendisi muhafaza ediyor. Sana bırakır mı? Kendisi muhafaza ediyor, muhafaza ettiriyor. Bağırma, çağırma yok bu işlerde, reklam filan yok öyle. Muhafaza ettirirse ettirir. Ettirmezse ettirmez, senin haddine değil. Bir kişi ki kendisinde bir şeylerin muhafazası murat edilmiştir, ona zaten o şuur ile muhafaza ettirir.
O da sesini de soluğunu da çıkarmaz zaten. İşine bakar, konuşmaz bile. Şunu muhafaza ettim, demez. O konuda yayın yok yani cedel de yok. Zaten murat ettiğinin tahakkuk ettiği kişide cedel yoktur. Bak ki bir kişi bir konuda cedel ediyor, onda murat ettiği noksan. Bak ki bir kişiye, yaptığı işle cedeli yok onda muradı var. Ölçü bu, ayıracaksın. Allah, Rasulunu ikaz ediyor. Sen anlatmakla mükellef olansın. Benim sende murat ettiğimden başka kendine murat yüklemeye çalışma, ey Habibim, diyor.
Yazgı: Sanatın dışından da yardım aldığınız anlamına gelir mi bütün bu sözler?
Peyami Bey: Nereden yardım alınacaktı! Size bir şey anlatayım. Urfa’da İbrahim Tatlıses, birisiyle vuruşmuş. Böyle bir olayı tv’den seyrediyorum. Orada olayla ilgili olarak açıklama yapmış. TV onu banttan yayımlıyor fakat sesinde biraz cızırtı olduğu için alt yazıda kelime kelime metin geçiyor. Bakıyorum adama içi yanmış, olacak gibi değil. Konuşması bitti. Yorumum şu oldu. Üzülmüş hakikaten! Canı sıkılmış, yanmış. Sonra düşündüm bir an sadece altta geçen yazıları okusaydım hükmüm şu olacaktı: Hain adam bir halt etmiş şimdi temizlemeye çalışıyor. O anda dedim ki bu iş böyle olmayacak anlaşıldı. Lâ havle vela kuvvete illa billahi. Kadirsin Allah’ım. Oraya mı götürürsün rüyamda; beni ışınlayıp bir saniyeye mi sığdırırsın.
Götürürsün beni oraya yirmi üç sene O’nun dizinin dibinde ne söylemiş, niçin söylemiş, nasıl söylemiş; anlarım. Ya da işte senin her şeye gücün yeter… bir gecede bir saniyede dut diye geçirtirsin, gözümün önünden… Bir sabah kalktığımda bana işte mevzu buymuş, dedirtirsin. Çünkü benim, kelimelerle ya da sembollerle yazılmış olanlardan bir şey öğrenmeye çalışmam beyhude bir çaba. Çünkü o hepimize yeryüzünde her ne varsa bunlarla ilgili kayıtların hepsini size yerleştirdim diyor. Siz, cehlinizi gidermek için kendinize dönün. Kainatın bütün bilgisi sende.
Yazgı: Tanımların ötesinde olanı tarif etmek kolay değil tabii, ayrıca anlatmak da zor, kavramlaştırmak da…
Peyami Bey: Kavramlaştırma, ayrıştırma bizim hayatımızı elverişli kılmak için aslında kendi ürettiğimiz mekanizmalar. Zaten toplasak bütün kainat bir hidrojen atomuna sığıyor. Neyin kavgasını veriyoruz yahu. Zamanında hepimiz bir hidrojen atomunun içine sığmışız. Oradan çokluk, kesret olmuş. Mesela matematikte 1, 2, 3,4, 5… var; ne bu? Bir diye bir şey var mı? Yok aslında. 2, niye iki? 1 olduğu için 2. 2 olduğu için 3 var. Esası itibariyle bunların kendisi bir şey değil. Biz çokluğu sembolleştirebilmek için kullanmışız. Zaman… ne zamanı? Ardışık bir zaman yok. Bir saniyeyi sonsuza kadar böl; nasıl bir aralık çıkacak karşına.
Yok öyle bir aralık. Elverişlilik için kullanıyoruz. Onun için sanat, kişinin kendisini, var oluşunu, var oluş içindeki yerini, başkalarının yerinin ne olduğunu hissedebilmesi ölçüsünde ifade etme ehliyeti demektir. Kimisi vardır bunun farkında olamaz. Önemli olan bunun farkında olup olmamandır. Sanatçı kişinin donanım zenginliği, ilim sahibi olması farkında olmasıyla alakalı.
Yazgı: Bu konuşmalardan, doğrusu, biz çok istifade ettik. Son bir soru soracağız: Biz bugün bir ressamla mı konuştuk yoksa bir filozofla mı?
Peyami Bey: Bir dostla konuştunuz.
Yazgı: Teşekkürler… Bizi dost gibi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Dostluğunuz, sohbetiniz ve incelikli ev sahipliğiniz için sağolun.
Peyami Bey: Siz de sağ olun.